A La TurcaGladio Örgütü


"Alaturka” olarak tanımlanabilecek Türk-işi Gladio örgütünün varlığı öteden beri biliniyor ve söyleniyordu. NATO’nun tüm Avrupa’da komünizme karşı mücadele için oluşturduğu bu gizli örgütün varlığı ilk kez İtalya’da ortaya çıkartıldı. Böyle bir açıklamayı bizzat ülkenin başbakanın yaptı. Bu örgütün Savunma Bakanlığı içinde, Askeri İstihbarat kuruluşu şemsiyesi altında olduğu söylendi. Bu gizli örgütün tüm NATO üyesi ülkelerde teröristlere silah, bomba verdi. Suçu İtalyan soluna yükledi. Cinayetleri işleyenleri polisten kaçırdı ve onları korudu. Komünizm karşıtı faaliyetler için İtalya’da olduğu gibi bütün NATO üyesi ülkelerdeki bu tür gizli örgütler oluşturuldu. Bundan böyle bizde de olduğu gibi, Gladio bu cinayet şebekesi için kullanılan ortak bir isim oldu.
Ama bu örgütün Türkiye ayağının, sui generis nitelik taşımaması mümkün değildi ve nitekim öyle olduğu ortaya çıktı. Ortaya çıkartılmasının ardından örgüt Avrupa’da kınandı, kovuşturma açılmasına karar verildi, ama bunların arkası gelmeyecekti ve nitekim öyle oldu. Türkiye’de ise, akıllara durgunluk veren bir kampanya sonucu öteden beri “sol”, ama yakın bir zamanda “laik” olarak anılan kesimin boynuna bu sefer de “darbeci” yaftası asmak için malzeme olarak kullanıldı. Türk-işi “yaptım ve oldu” mantığı ile muhataplarının anasını ağlatacak uzunlukta sayfalar dolusu savcı iddianamesi ile birleştirildiğinde, laikleri doğduğuna pişman edecek senaryo başarı ile yürürlüğe kondu.
Özgürlüğü savunup faşizme özenmek
Şimdi kendini halkın temsilcisi “sivil” güç olarak görenler, görev başında olan askerleri bir şekilde pasifleştirerek emekli olmuş askerler aracılığı ile sivil darbe düzenlemişlerdir. Darbenin amacı, gemi azıya almış yeni liberalizmin önüne çıkan engelleri temizlemektir. Türkiye, artık çok ciddi boyutlara varan küresel ekonomik bunalıma karşı “küresel hegemonya” içine katılmaya davet edilmektedir. Ancak bunun için, 1 Mayıs günü işçi sınıfına karşı sergilenen kararlılığın yasal platformda da sergilenmesi ve yeni liberal siyasete karşı çıkanların sesinin kesilmesi istenmektedir.
ABD ve İngiltere’de terör yasaları devreye sokulmuştur. Buna göre, hakim sınıflara karşı başlatılabilecek en sıradan muhalif hareketler bile terör yasası kapsamına sokulabilmektedir.
Artık sosyalist sistemin dağılması ve komünizmin yakın bir tehdit olmaktan çıkması ile işlevsiz hale gelen Gladio tasfiye sürecine girmiştir. Çünkü bu tür gizli örgütlerin işleyişi her zaman hükümetler için sıkıntı oluşturmuştur. Devletin her türlü olanaklarına sınırsız ve engelsiz ulaşım, her zaman onları tehlikeli, denetlenemez ve her an savrulabilen yapılara dönüştürmektedir. Örgüt üyelerinin kendi aralarında her türlü uyuşturucu, silah kaçakçılığı ve kadın ticareti gibi kolay servet oluşturabilecek faaliyetlere girmektedir. Bu durum örgütü denetlenmesi daha zor tehlikeli olmasına yol açmaktadır.
Oysa günümüzde 11 Eylül saldırıları ile oluşturulan ortam sayesinde “teröre karşı savaş” şemsiyesi altında güvenlik güçlerinin çok daha özgür ve sınırsız biçimde toplumda muhalif ve aykırı kesimlere karşı mücadele etmelerine olanak sağlanmıştır. ABD ve İngiltere’de olduğu gibi, çıkartılan bir dizi anti-terör yasası, artık en küçük bir demokratik hak talebinin bile terör kapsamına sokulabilmesi mümkün olmaktadır.
Türkiye, yakın zamanlarda olduğu gibi mevcut yönetim, bir ilki gerçekleştirmek üzeredir. Soğukkanlı anglo-sakson ülkelerden sonra, esas olarak işçi sınıfına yöneltilecek, ama toplumda en küçük bir hak talebinin bile karşısında güvenlik kuvvetleri, artık çok daha denetlenebilir mahkemeleri, her geçen gün bir yenisinin açıldığı F-tipi insanlık dışı yalıtım hapishanelerini görecektir. Bundan sonra ilk aşamada Türkiye’de “terör karşıtı” kisvesi altında özgürlük ve insan haklarını ayaklar altına alacak baskı ve şiddet yasaları birer birer meclise getirecektir.
Bu süreç, Gladio örgütünün tasfiyesi ile başlatılmış bulunmaktadır. Şimdi yeni liberalizm, kendine karşı yöneltilmiş tehditleri gizli örgütler yerine, her türlü yetki ile donatılması yanında, kitleleri yıldırmak ve dehşete düşürmek için her türlü araçla donatmış olduğu güvenlik güçleri ile savunmaktadır.
Son 1 Mayıs “şiddet olayları” bunun ilk adımını oluşturmuştur. Şimdi artık bütün toplumsal muhalefet etkinlikleri, gösteri, yürüyüş, miting, vs. tam bir polis kordonu, denetimi ve baskısı altında gerçekleştirilir hale gelmiştir. Etkinlik alanlarının çevresi demir tellerle ve sayıları on binlere ulaşan tam teçhizatlı polislerle çevrilmekte, kameralar, veri sistemleri, uzaktan izleme ve telekulak sistemleri ile dinleme yapılmaktadır.
Adım adım yapılan düzenlemeler ile artık Türkiye’de baskı ve özgürlüklerin rafa kaldırıldığı askeri darbe dönemleri aratmayacak baskı yasaları gündeme getirilecektir. Buna Avrupa ile uyum yasaları bahanesi bulunarak, bugün İngiltere’de olduğu gibi, 50 günü aşan gözaltı süreleri gibi inanılmaz uygulamalara gidilerek her türlü muhalefet daha doğmadan bastırılacaktır.
Bu koşullarda artık Gladio örgütünün hiç gereği yoktur. Ama tasfiye süreci de tam bir kurnazlıkla bir kez daha toplumda muhalefeti oluşturan kesimlere çamur atmak için kullanılmaktadır.
Darbe günlükleri ve iktidar yakınlıkları ile gündeme
giren emekli paşalar
Cumhuriyet rejiminin “kabul edilemez” laik yasaları, şimdi elit kesim aracılığı ile liberalizme yeni bir çelme takma ve onun temsilcisi olan partiyi kapatma peşindedir. Bu ve bunun gibi liberalizme cephe alanların “haddi bildirilmelidir”. Şimdi, karar öncesinde ve arifesinde cumhuriyetin kurumlarından biri olan Anayasa Mahkemesi, inanılmayacak saldırılar ile karşı karşıya kalmaktadır.
Ismarlama darbe günlükleri hazırlanır. Aile boyu liberalizme teslim olmuş emekli deniz komutanı tarafından hazırlanan günlüklere dayandırılan soruşturma her ne kadar ne kadar sıradan olursa olsun, bu durum olup bitenin farkında ama sesini duyuramayan bir avuç iyi niyetli insan ile sınırlı kalacaktır. Çünkü halkın tek haber kaynağı olan yazılı ve görsel basın, boydan boya satın alınmış durumdadır.
Darbe günlüklerinin doğruluğu, en yetkili ağızdan “teyit edilir”. Bir önceki genelkurmay başkanı tarafından yapılan açıklama, bu teyidi oldukça anlamlı bir biçimde sağlamaktadır. Bu teyit, “en akil adam” ilan edilerek cumhurbaşkanı tarafından davet edilmesi ile pekiştirilmektedir.
Bu, şimdiye kadar pek geleneksel olarak siyasete uzak durmayı erdem olarak kabul eden Türk ordusu için hiç alışılmamış bir durumdur. 27 Mayıs’ta darbe yaparak siyasileri Yassıada Mahkemelerinde hüküm giymesi ve idam edilmelerine yol açan, 12 Martta siyasilerin beceriksizliği nedeniyle duruma müdahale etmek zorunda kalan ve son olarak 12 Eylül’de tüm siyasileri toplayıp içeri tıkan bir geleneğe sahip askerin bu durumu herkes için parmak ısırtmaktadır.
Ne kadar sıradan olursa olsun, bir yılı aşkın bir süredir süregelen soruşturma meyvelerini vermiş bulunuyor. Artık Türkiye’de idare, “aşılamaz” denen eşiği fazlasıyla aşmış ve demokrasinin olmazsa olmaz kuralı olan gözaltı süresini böylelikle bir yıla çıkarmıştır. Bu bir yıllık süre içinde insanlar kiralık katiller ve çete reisleri ile bir tutularak aynı koşullarda yaşamaya ve hatta ölmeye mahkûm edilmektedir.
Bütün bunlar olup biterken, laik kesimin öncüsü yapılan ana muhalefet başkanı da, “yürekli yargıçları göreve çağırarak” rejimden umudunu kestiğini zımnen söyleyerek ateşe körükle gitmektedir. Ana muhalefet partisinin kendilerine biçtiği “ateşten gömleği” giymek zorunda kalan yargı mensupları da şimdi ülkede mesken masumiyeti açısından en dokunulmaz kabul edilmesi gereken görev binalarını koruma ve kollama için tedbirlerini artıra dursunlar, endişe içinde ne zaman “sıranın kendilerine” geleceği endişesi içine düşürülmüştür.
Türkiye için üretilen komplo teorilerinin
haddi hesabı yok
Anayasa Mahkemesi kararı arifesinde, ABD elçiliğine yapılan ve bir El Kaide eylemi olarak yansıtılan son saldırının gerçekte laiklere karşı yürütülen sivil askeri darbenin son perdesi olduğu konuşuluyor. Bu haber Asian Times yazarı P. Escobar tarafından dile getirildi. Asian Times, 11 Eylül saldırılarının iki hafta öncesinde Usame Bin Ladin ile ilgili yayınladığı yazısı ile ünlü bir yayın organı. Bu yazıda, bir an önce 30 Ağustos 2001’de yayınlanan yazısında Escobar, Bin Ladin’in hemen ele geçirilmesi, aksi taktirde bunun bir daha mümkün olmayacağını söylemişti.
Türkiye bugünlerde dünyanın dilinde. Bir zamanlar Latin Amerika’da olduğu gibi, Türkiye’nin yeni-liberalizmin laboratuarı olduğu söyleniyor. Hatırlardadır, aynı değerlendirme, IMF’nin gelişmekte olan ülke ekonomilerini talan etmek ve onu emperyalizmin kuyruğuna takmak için deneme tahtası olarak Türkiye’yi seçtiği söylenmişti. Bugünlerde, yeni-liberalizme karşı oluşan toplumsal muhalefetin nasıl bastırıldığına ilişkin deneme yanıma tatbikat mahallinin Türkiye olduğu düşünülüyor.
Bu durum çok önemli, çünkü İngiltere’de başarı ile uygulanan terör yasalarının Avrupa’ya yaygınlaştırılmasında endişe duyuluyor. Oysa bunun behemehal gerçekeştirilmesi gerek. Avrupa kıtası için zaman daralıyor. Toplumsal muhalefetin ciddi boyutlara ulaşmadan terör yasalarının tüm Avrupa’ya yayınlaştırılması gerek. Türkiye örneğinde edinilen deneyimler ışığında.
Belirsizliği derinleştiren çok sayıda etkinin hüküm sürdüğü bir bölge içinde yer alan Türkiye’nin içindeki siyasi çalkantıların da aynı düzeyde belirsizliğini koruduğu söylenebilir. Sağ siyaset öylesine güçlü ve “sol” yaftasını takmayı sürdüren sosyal demokrasi de onca çaresiz ve çıkışını liberalizmde görüyor olmasına karşın bu belirsizlik yine de hüküm sürüyor. Buna bir de Türk halkının, dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş düzeyde ABD karşıtı görüşlerle donanmış durumda olmasını eklemek gerek.
Abu Gharip skandalını ortaya koyan ünlü gazeteci S. Hersh, olup bitenlerle ilgilenen bir başka gözlemdi. Son olarak CIA’nın İran’da terör faaliyetleri ve ABD Kongresi’nin bu faaliyetlere kaynak sağlaması hakkında dehşet verici açıklamalar yaptı. Buna göre, CIA’ya 400 milyon$ kaynak ayrılarak İran içinde terör faaliyetlerini şiddetlendirmesi öngörülüyor. Bu arada “yüksek öneme sahip hedeflerin yakalanması veya öldürülmesi” de yer alıyor.
ABD yönetimi sözcüleri, aralarında Pulitzer ödülü de dahil onlarca ödül sahibi Hersh’in bu açıklamasını kabul etmediler. Ama öteden beri CIA’nın Amerikan militarizminin vurucu gücü olduğu ve dünyanın dört bir tarafında bu tür terör ve kışkırtma faaliyetleri yürüterek ülkede karışıklık yarattığı biliniyor. Sadece bununla kalmadığı, özellikle başta akademik çevreler ve basın yayın ve sivil toplum örgütleri olmak üzere, toplumda fikir öncülüğü yapan kesimlerde yoğun bir faaliyet içinde olduğu, bunlara kaynak sağladığı ve ülkede yasal ve açık biçimde casusluk faaliyetleri yürüttüğü biliniyor. Ayrıca CIA, içinde anglo sakson üyelerin yer aldığı “Echelon Projesi” yürütüyor. Bu projede en gelişmiş dinleme sistemleri kullanılıyor. Bu casus dinleme sistemleri ile dünya çapında bütün normal ve telefonları, fakslar, e-mail ve Internet haberleşmeleri dinlenebiliyor.
CIA’nın dün Şili, Filipinler ve Türkiye ve bugün İran, Küba, Nikaragua, vs. gibi ülkelerde yürüttüğü bütün bu gizli faaliyetlerin adresi belli: esas itibarı ile ABD ile ilişkilerin zayıfladığı veya koptuğu, emperyalist müdahaleleri dışlayarak ulusal çıkarlar adına radikal hamlelerin atıldığı ve ABD emperyalizmi ve serbest piyasa ekonomileri için çok ciddi tehdit oluşturabilecek ülkeleri hedef alıyor. Eskiden bu faaliyetler, NATO şemsiyesinde ve komünizmin yaygınlaşma eğilimi gösteren ve içinde Türkiye’nin de dahil olduğu ülkelerdeki Gladio tipi derin devlet örgütleri ile yürütülüyordu. Ama şimdi herşey açıktan yapılıyor. Öylesine açık ki, ülke içindeki fesat yuvalarına kaynak aktardığı ortaya çıkan ABD elçisi sözcüleri, bunu pişkinlikle karşılayabiliyor ve kendilerine göre makul gerekçelerle açıklayabiliyorlar.
Türkiye’ye olan ilgisine bakıldığında, CIA’nın çok uzun ve köklü bir geçmişe sahip olduğu görülüyor. Elleri değdikten sonra İngilizler uzun yıllar Kürt ve Ermenileri Osmanlıya karşı kışkırtmışlardı. Sonrasında İngiliz casusları hep akıl hocalığı yaptı CIA için. Hatta kadim İngiliz Kürt uzmanları, CIA’nın PKK konusunda çok fazla açık destek verdiğini bile eleştirmekteydiler.
ABD ve Türkiye ilişkileri, başlangıçta aralarında saygın kişilerin de yer aldığı “ABD mandası” muhiplerinin tek yanlı sevdası ile başlamıştı. Wilson M. Kemal’i Kuvayı Milliye “çetesinin” reisi ilan etmesi bir şey değiştirmedi. Çünkü 1. dünya savaşı sonucunda ABD dünyaya açılır ve İngiltere yerine süper güç görevini üstlenirken, CIA tüm Türkiye ile ilgili İngilizlerden temin ettiği hazır ve çok zengin bir istihbarata konmuştu. Bundan sonra CIA işini emin adımlarla gerçekleştirebilecekti.
Osmanlı’nın yenilgisi sonrasında, Anadolu’da Kürt ve Ermeni devletlerin kurulma girişimi bu sevdanın yerini umutsuzluğa bırakmıştı. Kurtuluş sonrasında ABD, Anadolu Ermeni Devleti kurulmadığı için de Lozan’ı imzalamayacaktı. ABD’nin cumhuriyet kurucularına karşı bu mesafeli ve gerçekte düşmanca tutumu, mandacıların siyasi olmasa bile, ekonomik çıkarları üzerinde hiçbir etki yapmayacak, cumhuriyetin daha adı bile konmadan, meclis ilk imtiyaz anlaşmasının ABD’li şirket ile imzalayacaktı. Daha sonra da, her iki taraf bütün bu olup bitenleri unutacak ve 1940’lı yıllarda arka arkaya imzalanan ikili anlaşmalarla ABD Türkiye’ye yavaş yavaş nüfuz edecekti.
Türkiye’deki bütün askeri darbeler
ABD yanlısı oldu
İnsan hakları ve özgürlüklerin rafa kaldırıldığı 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbelerinde olduğu gibi, liberalizmi en uç noktalara kadar götürüp ekonomiyi içinden çıkılmaz bir duruma sokan ve sonrasında kaosa sürükleyen Menderes hükümetine karşı darbe yapan 27 Mayıs askeri darbesi de ABD marifeti ile yürürlüğe sokulan ve askeri darbelerdir.
Ama her nedense bu durum, bizzat kendini “sol” veya radikal zanneden çevreler, 12 Eylül hariç, ilk iki darbeyi halktan yana zinde güçlerin bir başarısı olarak görmekte ve selamlamaktalar. Bu gibiler için şimdi liberalizm sözcülerinin yaptığı suçlama ne yazık ki geçerlidir.
Ama askeri darbeleri halktan yana imiş gibi gösterenler bu kimi “solcu” çevreler, hiç ağızlarından düşürmedikleri halka hizmet etmekten çok bu tutumları ile askeri darbelere cevaz vererek halkı sırtından bıçakladıklarının farkında değiller. Dahası, sırf bu tutumları nedeniyle demokrasi ve insan haklarından en küçük nasibini alamamış “liberal” kesimine “solcular darbeci” propagandası yapmaları için malzeme oluşturmaktan öteye gidemiyorlar.
Ama ne sözde demokrat liberallerin demokrasi nutukları, ne de sözde solcuların darbe havariliği gerçeği değiştirmemektedir. Askeri darbeler, ne demokrasiye karşıdır; ne de liberalizmi hedef almaktadır: Türkiye’de gerçekleştirilen her üç darbe de ABD’nin marifeti ile olmuştur ve Türkiye’de uygulandığı biçiminde baskı veya faşist uygulamaları gökten zembille indirmemiş; ama zaten burjuva demokrasisinin ayrılmaz bir niteliği olan baskı ve şiddeti su yüzüne çıkarmıştır. Ama her seferinde olan “solcu” nitelemesi ortaya çıkan ikiyüzlülerin peşine takılan iyi niyetli insanlara olmuş ve bu baskı ve şiddet sonrasında ezilmiş, sindirilmiş veya yok edilmişlerdir.
12 Mart ve 12 Eylül ile olduğu gibi, 27 Mayıs hareketi de böyle bir çabanın ürünüdür. 27 Mayıs darbesinin sağcı Menderes iktidarına karşı düzenlenmesi bu gerçeği değiştirmez. Herhangi bir ülkede ABD çıkarlarının korunması bakımından iktidarın sağ-liberal yada sol-sosyal demokrat olması çok fazla önem taşımaz. Ama asıl olan ülkede ABD dış siyasetine uyumlu ve istikrarlı bir çizgi izlenmesi, böylelikle halkın bir şekilde arayış içine itecek sıkıntıya sokulmaksızın yönetilmesi önem taşır.
Menderes hükümeti, iktidara geldiği ilk günden beri hesapsız ve gem almaz liberal politikaları ile kısa sürede sıfırı tüketmiştir. İktidarının ikinci yarısında bunun önüne geçmek için her türlü gayri-meşru ve mantık dışı her yola başvurmuş ama başarılı olamamıştır. Hükümet dış borçlanmaları da temsil ettiği burjuvaziye olduğu gibi peşkeş çekince, 1958 yılında borçlarını ödeyemez duruma geldi. Alacaklı ülkeler, bir istikrar programı istediler. Yoksa yeni borç vermeyeceklerdi. Ama Menderes bunu yapamaz, musluğun suyunu kesemezdi. Sovyetler’e başvurmaktan söz etti. Soğuk savaş döneminde bu ABD için kabul edilemezdi. Apar topar Türkiye’ye gelen ABD heyeti Menderes’in ipini çekti.
Darbeden sonra MBK ile ABD arasında çok iyi ilişkiler kurulur. ABD, komiteye mali yardım yapar. Buğday rekoltesi düşük çıkan Türkiye’ye yoldaki gemilerin rotası değiştirilerek yardım gönderilir. 27 Mayıs’a kadar çok cimri davranan ABD, Türkiye’ye Temmuz günlerinde Türkiye’ye arka arkaya yardım yapar. Sonrasında, bir sene içinde Türkiye’ye yapılan yardımlar 3 misline yükselir.
Türkiye’deki bütün askeri darbeler
son tahlilde burjuvaziye hizmet ediyor
27 Mayıs ile olduğu gibi, Türkiye’de bütün askeri darbeler burjuvazinin bir hareketi olarak ortaya çıkıyor. Menderes dönemi, o güne kadar son haddine kadar gerilmiş ve yaydan fırlayan bir ok gibi gem almaz liberalizminin son aşamada raydan çıkışını simgeliyor. Ama her yeni atılım için olduğu gibi, bu sefer de liberalizmin bu atılımı, bağrında yeni bir gelişmeyi de beraberinde getiriyor. Bu da sanayi burjuvazisinin ortaya çıkışı ve yükselişidir.
Menderes, tarım ve ticaret burjuvazisinin temsilcisiydi. Burjuvazinin bu kesimi, geleneksel değerlere sahiptir. Yeni gelişmelere açık değildir. Tutuculuğu, onu düzenin değişmesine itecek her türlü gelişme karşı endişe ile bakmasına yol açar.
Ama kendi içinden çıkan sanayi burjuvazisi, Menderes’in içinde bulunduğu çıkmazı görmüş ve onun geleneksel burjuvazisi ile olan göbek bağını kesmesinin mümkün olmadığını değerlendirmiştir. Oysa artık bir şeylerin değişmesi gerekmektedir. Sürdürülen haris sömürü politikaları, ülkeyi uçuruma götürmektedir. 27 darbesi, kendinden sora bir dizi ve aynı nitelikte darbeler sürecini başlatan ve CIA'nın baş aktör olarak yer aldığı bir harekettir. Kısa süre sonra kendisine "bol" veya "lüks" gelecek bir özgürlükler sağlamış görünüyorsa da, bu sanayi burjuvazisinin programına uygundu. Çünkü Menderes hükümetinin yol açtığı tahribat ancak bu şekilde toplumsal muhalefet ile uzlaşı sağlayacak ortamı yaratabilirdi.
Komünizmin ciddi tehlike oluşturduğu tüm Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, Türk Gladio'su da Türkiye’nin şer odaklarını oluşturmaktadır. Kendisini hangi isim altında tanımlarsa tanımlasın, onun dün olduğu gibi bugün de CIA ile omuz omuza oluşu halkın gözünde kimliğini gizlemeye yetmeyecektir.