Suriye Saldırıları Kürdistan Bağlantısı

Suriye’de çekim yapan bir Türk haber ajansının izlenimleri oldukça çarpıcı: Kendisine yöneltilen mikrofona konuşmadan önce koynundan cüzdanını çıkartıyor ve kimliğini uzatıyor kameraya aynı zamanda kendini tanıtarak. Saldırganların Müslüman ya da insan olamayacaklarını, masum insanları öldürdükten sonra cesetleri kalıç ile üç-dört parçaya ayırdıklarını anlatıyor. Askerde olan büyük oğluna gözdağı vermek için kardeşini böyle öldürmüşler. Sonra yere eğilip bir avuç toprak alıyor ve yukarı kaldırıp yere bırakıyor ve "İşte, bizzat kendi insanları Erdoğan'ı böyle yok edecekler!" diyor. Bundan sonra haber ajansının çevresini saran çoluk çocuk hep bir ağızdan Beşar Esad'a ve ülkelerine bağlılıklarını dile getiren sloganlar atıyorlar.
Tunus ve Mısır devrimlerinin ardından Suriye “muhalifleri” tarafından 4 Şubat 2011 tarihinde bir Facebook mesajı ile başlatılan Suriye ayaklanmasının ardından iki yıla yakın bir zaman geçti. Bölgede bunun gibi Arap Baharı veya “özgürleştirme ” hareketlerinin bir an önce sonuçlandırılması için bu rejimlerin bağrında tezgâhlanıp sonlandırılmasına bakılarak aynı sürecin Suriye’de sayıları oldukça az isyancılar ile göreceli sınırlı tutulması manidar. Bunda kuşkusuz Suriye’yi destekleyen büyük güçlerle henüz bir dalaşma niyetinin olmaması rol oynuyor kuşkusuz. Belki böyle bir güce sahip olmadıklarını veya bunun altından kalkamayacaklarını düşünüyor olabilirler.
Suriye’de muhalif(!) hareketi, ses getirmek amacıyla rejimin merkezinde kilit yöneticilere karşı yöneltilen canlı bomba ve nokta saldırıları dışında esas itibarı ile Türkiye sınırı boyunca yer alan kasabalarda etkili. Ama en canice ve insanlık dışı yöntemler kullanılarak. Türkiye’nin bu kesimde isyancılara yataklık etmesi isyancıların işini büyük ölçüde kolaylaştırıyor. Ama yakın zamanda Suriye ve özellikle ülkenin Türkiye sınırı boyunca yaşayan Kürtler ile ilgili medyaya yansıtılan haberler, Batılı emperyalistlerin Suriye'den alıp veremediğinin ne olduğunu açıkça ortaya koyuyor: İsyancıların faaliyet gösterdiği yörelerde çoğunlukla Kürtler bulunuyor.
Ama bu insanları komşu ülkelerde yaşayan soydaşları ile aynı genel sürece katmak kolay değil. Merkezi hükümetten belli bir düzeyde özerkliğe sahipler ve bu onları Suriye merkezi yönetimine karşı harekete geçmelerini engelliyor. [1]
Yeni Bin Yıl ile Bölgesel Düzeyden Topyekün Bunalım
Kapitalist dünyanın temel sorunu, sermayenin yeniden üretimi sürecinin, buna olanak verecek makul kâr oranları ile sürdürülmesini sağlamak. Kapitalistlerin elinde birikmiş sermaye ancak böylelikle hayatiyet kazanır. Ama piyasa ekonomisi, sözü edilen makul kâr oranlarının sürekli azalması olgusu ile maluldür. Bu bir süreçtir ve bu azalışın belli bir aşamasında artık sermaye kendini yenileyemez hale gelir ve ekonomik bunalım ortaya çıkar.
Kapitalist ülkelerde ekonomik bunalımlar, onlarca yıl ile ifade edilen dönemlerde ortaya çıkar. Günümüze dek çok sıkıntılı dönemler geçiren sermaye, her seferinde; kimi zaman topyekün yıkıma yol açacak ve kendisi ile birlikte insanların kitlesel yoğunlukta yaşamına mal olacak serüvenlere girme pahasına varlığını tehdit eden bu bunalımlardan çıkmasını bilmiştir. Hatta sermaye bileşiminde bir başka düzeye karşılık gelen yeni sınıflar arası güç dengesi sayesinde daha da güçlenmiş görünmesine rağmen kısa bir sürede yeni zaaflarına yenilmekten kurtulamamıştır.
Yeni bin yüz yıl ile birlikte günümüzde dünya sahnesinin yeniden bir dizi ekonomik bunalımlar ile açıldığı görülür. Bu gelişmeden nasibini alan ilk ülke Türkiye olur. Tek kutuplu yeni bir dünya düzeninin oluştuğundan habersiz Türk bürokrasisi, artık hiç bir etkisi kalmamış IMF gibi kuruluşların "sıcak para" tehdidine boyun eğer; dizginleri uluslararası tekellerin kuklası olan bu kuruluşun ellerine terk eder ve kendini soydurur. Ama sadece Türkiye değildir bu tuzağa gelen. Aynı oynak zeminde sıcak para korkusu içindeki Arjantin ve İzlanda gibi ülkeler de bir anda soyulur. Ama bu bunalımların kaçınılmaz zincirlime etkisi olacaktır. Çevre ülkelerdeki bu derin yarılmalar, merkezi etkilemekte gecikmez. 2007 yılı ile başlayan ve günümüzde bütün şiddeti ile devam eden finansal kriz dönemine gerilir. Bugün hala daha devam eden ve artık kapitalist merkez ülkeleri de içine almaya başlayan bu bunalımın tüm Batılı sistemi yoksullaştırdığı gibi hala daha tünelin ucunun görünmemiş olması nedeniyle, olası etkilerini kestirmek de bugünden kestirmek mümkün olmamaktadır.
11 Eylül Saldırıları ve Sonrası
11 Eylül 2001 saldırıları, kendini ilk kez alışılmışın dışında çevre ve merkez ülke piyasalarında çöküş ve yakın bir gelecekte pek muhtemel genel bunalım arifesinde ortaya çıkar. Bundan önce olduğu gibi, 11 Eylül tarihi de bir küresel dünya savaşının başlangıcına işaret eder ve günümüzde Irak Saldırıları ile başlatılan, Arap Baharı ile sürdürülen ve Libya işgali ile devam ederek henüz son noktanın konmadığı Suriye saldırıları ile güncelliğini koruyan ve muhtemelen ilelebet sürdürülecek bir süreci tanımlar.
11 Eylül küresel savaş ilanının biz dahil, sadece Ortadoğu ülkelerini kana bulayacağı sanılmasın. Bunalım ve bundan çıkış için başlatılan saldırı küreseldir. Ortadoğu odaklı bunalımın taraf ülkelerine bakıldığında bile bunun küresel olduğunu görmek olasıdır: Suriye’nin kadim dostu Rusya Federasyonu’nu başta olmak üzere, gözünü enerji kaynaklarına dikmiş başta Çin olmak üzere, Hindistan ve Uzak Asya ülkeleri dünya coğrafyasını neredense tümüyle kaplamaktadır bu saldırı.
Yaşanan bu kargaşa içinde bir zamanlar dünyayı keşfederek Atlantik'ten Pasifik'e tüm dünya coğrafyasında sömürgeler kuran ve burada insan ve hammadde kaynakları ile güneşi batmayan bir imparatorluğu temsil eden Avrupa’nın ikinci planda kalıyor oluşu manidardır. Önceki dönemde sözüm ona barışı tesis etmek için böyle bir misyona sahip BM dururken, askeri güç anlamında pek fazla katkı yapmaksızın NATO üyesi olarak emperyalist saldırılara meşruiyet sağlama misyonu ile yetinen Avrupa, yeni bin yılın hemen başlangıcında ABD’nin başlattığı küresel saldırı için pratik olarak artık bir katkı yapamayacak duruma geldi. En güçlü ülkeleri İngiltere, Almanya ve Fransa dahil, tüm eski kıta boydan boya şiddetli bir ekonomik bunalım ile sarsılıyor. Fransız ekonomisinin gidişatını 14 sayfalık bir rapor ile inceleyen The Economist, ülkede işsizliğin yüzde 10 olduğunu, bütçe açığının ciddi boyuta ulaştığını ve ülke ekonomisinin halen derin bunalımdaki Yunanistan, Portekiz ve İspanya'dan daha kötü olduğunu belirtiyor. Ama ne yazık ki, ülkenin çöküşü sadece ekonomik alanda değil. Cumhurbaşkanı Hollanda’nın ağzından Suriyeli muhalif canilerin geçici hükümet kurmalarını öneren Fransa, böylelikle emperyalistlerin baskısı ile bu ülke ile olan bütün tarihi bağlarını inkâr etmiş oldu.
İsrail’in Hizbullah Karşısında Diz Çöküşü
11 Eylül saldırılarının ABD’nin küresel saldırıyı başlatmak için bir bahane olduğu ve bizzat Pentagon tarafından düzenlendiği söylenir. Kimi yorumcular saldırı öncesinde ABD istihbaratının durumdan haberdar olduğu, ama önlemeye girişmediği söyler. Her ne olmuşsa, her iki durum da sonuç itibarı ile aynı kapıya çıkar; ABD ekonomisi Çin ve Asya Kaplanları saldırısı altındadır; bu ülkelerle yürütülen ekonomik savaşta ABD her adımda cephe kaybetmekte ve gerilemektedir. İki rakamlı büyüme tempoları ile ekonomileri olağanüstü gelişen ve üretilen ekonomik değer bazında kendisini geçen Çin ve diğer üçüncü dünya ülkeleri ile hesaplaşmak için tek çıkar yol petrol zengini Ortadoğu ve Orta Asya üzerinde hâkimiyet kurmak ve petrol kaynaklarını denetim altına almaktır.
11 Eylül sonrası ABD’nin Irak'a saldırması ve bu ülkeyi yerle bir etmesi, sadece enerji kaynaklarına hâkim olması ile açıklanamaz. Pentagon’un tasarladığı biçimde kapsamlı va kanlı bir Irak harekâtının için çok daha geniş avantajlar sağlayacak olasılıkların farkındadır. Sadece bu değil; ama Pentagon öngördüğü dünyaya tam hâkimiyet sağlama hedefinin sadece güce dayalı geleneksel politikalar yeterli olmayacağını bilmektedir. Dahası 2003 Mart Tezkeresi için olduğu gibi, stratejik ittifak kurduğu ülkeler aracılığı ile bölgesel güç odakları oluşturma stratejisinin de iflas ettiğinin farkındadır. Bunun ötesinde çok daha farklı stratejilerin geliştirilmesi gerekmektedir.
Tam bu aşamada, ABD’nin elini çabuk tutmasını gerektiren olaylar yaşanmaktadır: Lübnan’da Suriye yanlısı Hizbullah örgütü, Hamas ve Filistin arasında sağlanan bir barış döneminin sağladığı ortamdan da yararlanarak saflarını güçlendirmektedir. Nasrallah liderliğindeki Hizbullah’ın Filistin Sorunu çerçevesinde etkin bir güç olarak kendini göstermesi İsrail’i rahatsız eder. Barış sürecini sabote ederek saldırı başlatır ve bir Filistinli evinde aynı aileden 8 kişiyi katleder (9 Haziran 2006). Bunun üzerine Hizbullah güçleri misilleme yapmaya karar verir. Lübnan’da mevzilenen İsrail birliklerine saldırır ve öldürülen her bir Filistinli aile ferdi için aynı sayıda toplam 8 İsrail askerini öldürür, 2 askeri esir alır (12 Temmuz 2007).
İsrail karşı saldırıya geçer ve Lübnan’a girer. Ama bu saldırı, İsrail’in bölgede tek başına güce dayalı dış politikasının behemehâl gözden geçirilmesi gerektiğine ettiğine işaret edecek bir yenilgi ile sonuçlanır. ABD’nin jeopolitik dünya dengeleri içinde başat bir yere sahip ve bu özgün süreç içinde uzun yıllar onca mücadelelerde hep galip çıkan İsrail, bu süreçte çok ciddi bir kırılmaya yol açacak biçimde ilk kez Hizbullah karşısındaki hezimete uğrar ve geri püskürtülür. Geride 121 ölü, 628 yaralı bırakmıştır. Ayrıca 2 askeri esir edilir.
İsrail'in geri püskürtülmesi sonrasında çeşitli farklı yorumlar arasında en dikkati çekeni Economist’e aittir. Buna göre, savaş tarafları arasında onca asimetrik güç dengesine karşın, Hizbullah İsrail’e karşı askeri ve siyasi zafer elde etmiştir. Dergi aynı zamanda ABD’nin Ortadoğu’da adeta belini kıran bu yenilgi artık yeni bir dönemin başlangıcına işaret etmektedir.
Silvan ve Çukurca ile Biçimlenen Kürdistan Projesi
Uluslararası diplomaside komşu ülkeler muhaliflerin desteklenmesi kabul gören bir uygulamadır. Her ülke karşılıklı ilişkiler çerçevesinde bir koz olarak bu zaman zaman bunu aba altından sopa gösterir gibi diplomatik ilişkilerde çeşitli vesilelerle kullanır. Kimi zaman söz konusu olan bölge içinde çıkar peşinde olan birde fazla devlet, söz konusu ülke içinde kendine yakın muhalif arayışı içinde olur. Hatta aynı muhalefet kesiminde çıkarları bir veya daha fazla sayıda ülke ile örtüşen ve aynı çatı altında yer alan çeşitli fraksiyonların varlığı da söz konusu olabilmektedir.
Türkiye dahil, “Kürdistan” olarak tanımlanan bölgede Kürt kalkışması ile yaşanan sürecin ABD’nin jeopolitik dünya dengeleri çerçevesinde bölge içinde izleyeceği politikalar ile paralellik gösteriyor olduğu çok açık. Bu illa da kalkışmanın ABD’nin kışkırtması ile olduğu anlamını da taşımaz. Öte yandan eğer bugün olduğu gibi, bu silahlı kalkışmada ilgili muhalif tarafın ister ABD, ister bir başka ülke olsun, kendisine uzatılan eli tutmaması da istenemez. Bütün bunlardan bir başka sonuç daha ortaya çıkar: Bugün Kürt ayaklanmasının doğrudan ABD desteği ile başlatıldığı ve sürdürüldüğünü söylemek hiç de komplo teorisi kabul edilemez. Yukarıda da belirtildiği gibi, sözü edilen “komplo” teorisinde her ülke için olduğu gibi, burada Kürt kalkışmacılar ve ABD arası yakınlık, uluslararası diplomaside normal makul edilmektedir. Ama burada tek sorun, Kürtlerin taleplerinin veri koşullarda haklı olup olmadığına bağlıdır.
Kürt kalkışmasının çerçevesi yakın dönemde demokratik özerklik ve uzun vadede Büyük Kürdistan projesi olarak çiziliyor olduğu sürece, durumu açıklamak için komplo teorisine de gerek yoktur. Durum kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Üstelik yakın dönemde yaşanan gelişmeler, teori üretmenin zahmetine girmeye değmeyecek biçimde durumu net olarak ortaya konmasına olanak sağlamaktadır.
14 Temmuz 2011 tarihli görsel ve yazılı basında, Diyarbakır’ın Silvan kırsalında güvenlik güçleri ile bir grup terörist arasında çıkan çatışmada 13 asker şehit olduğu, 2’si ağır 6 askerin yaralandığı belirtiliyordu. 5 terörist ise ölü ele geçirilmişti.
PKK’nın eylemsizlik sürecinde yaptığı bu katliam ile ilgili çok çeşitli değerlendirmeler yapıldı. Ama o dönemde yaşanan süreç göz önüne alındığında, kırsal kesimde arazi arama tarama yapan tam teçhizatlı ve sayıları bir hayli kabarık olan askerlere öğlen vakti yapılan saldırı ile ilgili olarak yapılan iki yorum öne çıkıyor. Biri, böyle bir saldırı biçiminin bir gerilla tarzı savaş niteliğinde olmadığı, diğeri ise, devletle barış içindeyiz diyen ve yaşanan olumlu havaya katkı sağlayan Öcalan’ın söylemlerinin ilgili taraflarda çok ciddi bir yankı bulması ve taraflar arasında adeta bahar havası yaşatması.
Bu iki yorum hem birbiri içinde bütünlük taşıyor, hem de yaşanan olaylara denk bir yorum niteliğinde. Saldırı eylemini yine PKK’lı bir biri yapmış olabilir; bu önemli değil. Ama talimatın gerilla savaşına uygun nitelik taşımayan, süngü süngüye çatışma niteliğinde olması, bunun PKK’nın bilinen üst yönetimi dışında bir iradeyi işaret ediyor. Ayrıca bu saldırı gününün Eşbaşkanı Aysel Tuğluk olan DTK’nın “demokratik özerkliğin” ila edildiği gün olarak seçilmesi de, bu süreci tamamlayan bir olgu olarak ortaya çıkıyor.
Bununla da kalmıyor. Bunu tamamlayan gelişme 19 Ekimde gerçekleştirilıyor: Çukurca’da 200 civarında PKK’lı ilçe merkezindeki polis ve jandarma merkezlerine ağır silahlar ile saldırıyor; 24 Türk askeri öldürülüyor, 18 asker yaralanıyor. Çatışmalar sırasında ve sonrasındaki operasyonlarda ise 300’e yakın PKK’lı öldürüldü. Ülke içinde toplumun her kesiminde lanetlenen, ülke dışında ise flaş haber olarak yansıyan ve bir iç savaş yaşandığı yorumlarına yol açan saldırılar her kesimde yoğun tepki ile karşılanıyor. Olayların sonrasında saldırıda kullanılan ağır silahların nasıl temini edildiği olayın en bilinmeyen yanı olarak kalırken, PKK liderliğinde tam bir karmaşa yaşandığı hemen dikkati çekiyor. Barış yanlısı açıklamalar yapan Öcalan’ın aksine, BPT Eşbaşkanı G. Kuşanak, bu saldırıyı terör değil, "hak isteyenlerle vermeyenler arasındaki bir savaş” olduğunu belirtiyor.
Ama kim ne derse desin, olayın açıklaması, olay sonrası ülke çapında dile getirilen tepkilere bakılarak rahatlıkla yapılabilir; şehit cenazelerine on binleri bulan katılım, ülkenin dört bir tarafında BDP parti örgütlerine saldırılar, siyasi parti, sendika ve sivil topum kuruluşlarından gelen tepkiler ve sık sık Türk ve Kürt taraflar arasında taşlı sopalı gerginlikler bu saldırının amacını açıkta ortaya koymaktadır. ABD yepyeni bir sürecin düğmesine basıyor.
Irak, Suriye, İran ve Türkiye
Yakın zamanda yaşanan bu gelişmeler hakkında kamuoyuna yansıtılan ve benimsetilen süreç, emperyalistlerin Suriye’den ne istediğini açıkça ortaya koymaktadır. H. Cemal’in Irak'ın kuzeyindeki Kürt bölgesi lideri M. Barzani’yi ziyaretinin medyadaki yankısı Beşar Esad’a mesaj niteliğini taşıyor.[2] Kendisinden batılı ülkelerin Batı Kürdistan olarak tanımladıkları ve Türkiye sınırı boyunca uzanan 900 km’lik bir şerit boyunca oluşturulacak Suriye Kürdistan’ı gerçeğini kabul etmesi ve burada ABD’nin mandası altında özerk yönetim oluşturulmasına evet denmesi istenmektedir. Zira bu bölgede artık Kürtleri temsil eden meşru bir PYD varlığı (!) olduğu belirtilmektedir. Barzani, Esad'a seslenerek PYD'nin varlığının artık bir realite olduğunu kabul etmesini istemektedir. Basın ahlak yasası ilkelerini hiçe sayan H. Cemal’in, “duyumlara dayanarak” ilgili taraflara bir tehdit niteliğini taşıyan yorumlar yapması ilgi çeker. Barzani ile baş başa vererek masa üzerine yayılmış bölge haritasını üzerinde çalışma yapmakta beis görmüyor ve Esat rejimi ile uzun dönem iyi ilişkiler içinde olan, bunun karşılığında da yaşadıkları bölge içinde kendi güvenliğini oluşturdukları silahlı güçlerle bizzat kendileri sağlayan PYD taraftarı Kürtlere gözdağı veriliyor. Selahaddin Tugayı adı verilen silahlı gücün PYD’ye karşı kullanılması Türkiye’den Suriye’ye Kürtlerin yaşadığı bir bölgeye koridor açılması ile ilgili çalışmalar yapıldığı açıklaması yapılarak Esad'a eninde sonunda güvendiği Kürt toplulukları ayaklandıracakları mesajı iletiliyor.
Emperyalistler, Esad’ın kellesini değil, Türkiye’de yaptıkları gibi, Kürt gerçeğini kabul etmesini istiyor. Suriye'ye yapılan saldırıların sınırlı tutulması ve Tunus ve Mısır’da olduğu gibi ülkede bir rejim değişikliği ya da Irak ve Libya’da topyekün imha hareketi öngörmeksizin, sadece hedefteki Kürtlerin yaşadığı bölgelerde ve esas olarak burada yaşayan Suriyelilere yönelik olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Kürtler ile iç içe yaşayan Suriyeliler buradan uzaklaştırılacak ve böylelikle Batı Kürdistan'ın etnik yapı itibarı ile sadeleştirilmesi ve Esad'ın ulusal birliğin sağlanması amacıyla haklı olarak sürdürmekte olduğu Araplaştırma hareketinin geri çevrilmesi amaçlanıyor.
Kürt hareketinin emperyalist amaçlara yönelik Büyük Kürdistan Projesi’ne dönüştürülmesi bağlamında ilginç bir gelişme yaşanıyor. Silvan ve Çukurca ile başlatılan yeni dönem adın adım adım ilerliyor Başbakan Erdoğan, yeni Kürt lideri olarak tanıttığı Kemal Burkay’ı Türkiye’de davet ediyor. VIP ziyaretçi olarak ağırlandıktan sonra, bir başka Kürt hareketi olan HAK-PAR’ın başına getirilen Kemal Burkay anlatıyor: “Geçen sene seçimlerin öncesinde iyimser bir hava vardı. BDP seçimlere katılıyor, silahlar konuşmuyordu. Seçim sonrası yeni bir anayasa gündeme gelecekti. Kürt Sorunu çözüm yoluna, Türkiye barış yoluna girecekti. Öcalan da seçimlerden sonra ‘savaşa gerek yok, devletle anlaştık’ dedi…”[3]
K. Burkay doğruyu söylüyor. Ama belki bilmediği yada değerlendiremediği bir durum var. Artık PKK liderliği el değiştireli bir hayli zaman oldu. Bunun daha iyi anlaşılması için “kucaklaşma” mizanseni düzenlendi. Öcalan’ın tecrit edildiği falan yok; bu geçeği bizzat Öcalan’ın kendisinden duyuyoruz. Onu terk eden kendi arkadaşları. Bahane edip açlık grevi düzenlemeleri yanıltıcı olmamalı. Öcalan Kürt hareketinin kendi mecrasından saptırıldığını görüyor ve bunu dile getirdiği için “tecrit” durumunu yansıtıyor olabilir. Belki de Öcalan bu açıklamayı kendi örgütünün artık tümüyle esir alınmasını kabul emiyor olabilir. Yardım almak başka, esir olup maşa haline gelmek başka.
Libya’nın esir alınması ile ABD, rakipleri ile yürüttüğü petrol kavgasından galip çıktı. İran dışında artık bütün Ortadoğu petrollerine sahip durumda. Bu nedenle PKK ile Silvan ve Çukurca ile başlatılan yeni bir süreci başlatması petrol kaynakları üzerinde hâkimiyet ile ilgili değil. Ama belki de bundan daha önemli bir süreç ile bağlantılı.
Yarım asrı aşkın bir süre yürüttüğü ve her seferinde galip çıktığı karakol görevinde İsrail ilk kez yenilgi ile tanıştı. Başta Mısır ve Suriye olmak üzere, bütün Arap ülkelerini dize getiren İsrail'in yenilgisi öyle böyle bir yenilgi değil. İsrail'in toplam yedi zırhlı tugayı var. Bunun ikisini Lübnan savaşında kaybetti. Yenilmez olarak kabul edilen Merkava tankları, Hizbullah’ın Rusya'dan aldığı güdümlü füzelerle yerle bir edildi.
Enine Boyuna Çalışılmış Planlar
Yeniden yapılandırılmış Kürt projesini uygulamakta kararlı ABD Suriye’ye saldırıyor. Petrol savaşı kazanılmıştır. Şimdi bölgede İsrail’in güvenliğinin sağlanması aşamasına gelinmiştir. Bunun için bölgede ABD’ye göbeğinde bağlı, savaşkan, yeniliklere düşkün ve dünya vatandaşı olmak isteyenler ile birlikte yaptığı planları hayata geçirmek için düğmeye basıyor. Suriye’ye saldırıyor. Sınır bölgelerindeki Kürt’leri ayaklandırıyor. Batı Kürdistan kuruluşuna sıcak durmayan ve ABD ile işbirliği yapmayan Suriyeli Kürtleri tehdit ediyor. Muhalifleri Kürtlere saldırtıyor. Kürt örgütlülüğünü bölmek için elinden gelen gayreti gösteriyor.
Türkiye’de son zamanlarda örgüt merkezinin gevşekliği ve kararsızlığı nedeniyle, bir grup PKK güçlerine ağır silah ve mühimmat ve gece görüş ve harekât olanakları sağlayan donanımlar ve istihbarat sağlayarak Silvan ve Çukurca saldırıları düzenleniyor. PKK'nın karşısına HAK-PAR ile yeni bir Kürt hareketi yerleştiriliyor.
Bu hareketin başındaki liderin bir tarafta PKK liderliği ve diğer tarafta onun meclisteki temsilcilerini hedef olan açıklamalar yapması boşuna değil. Taraflar arasına tansiyonun bir an yükselmesine bakılarak HAK-PAR’ın PKK için ciddi bir tehdit olarak ortaya atılmış olduğu anlaşılıyor. Nitekim yaptığı açıklamalarda, Kürt hareketi içinde yeni bir bakış getirdiğini ve nihai amacın federasyon olduğunun altını çizerek, bir bakıma hükümet ile anlaşma ve barış yapma niyetinde olan PKK liderliği ve yandaşlarını Kürt hareketine ihanet etmekle suçlamış oluyor.
Böl ve yönet ilkesinin basit ama etkili bir yöntem olduğu başından beri Kürt hareketine adeta damgasını vuran bir durum. Irak Kürtleri için bu böyle oldu. Barzani ve Talabani uzun yıllar birbirleri ile savaştılar. Her ikisine de silah ve mühimmat sağladı. Amaç, bölgede sürekli bir huzursuzluk ve savaş hali yaşanmakta olduğu yalanını gündemde tutmaktı. Kürtleri ikiye bölüm her iki tarafın sırtını sıvazlayan emperyalistler, esasen merkezi kukla hükümetlerinin akıl hocalarıydılar. Yeri geldiğinde de merkezi hükümet adına bütün uçaklarını Kürtleri çoluk çocuk bombalamak için sevk etmekte beis görmeyeceklerdi.
Türkiye ve Irak için olduğu gibi aynı durum bugün Suriye Kürtleri için de geçerli. İki farklı liderlik yansıtılıyor şimdi Suriye Kürtleri için. Biri AZADİ partisi, diğeri PYD. Amaç Kürtler arasına nifak sokmak. M. Barzani bizzat kendi tarihinden ders almamakta direniyor. Babası Mustafa Barzani’nin, 2. Dünya Savaşı sonrasında kurulan Mahabat Sovyet Cumhuriyeti ile olan yakınlığı ona pahalıya mal olmuş, Irak’ta savaş sonrası ne kadar RAF uçağı varsa Irak dağlarını yoğun bir bombardımana tabi tutmuştu. Babası yakın dava arkadaşları ile birlikte Sovyetler Birliğine sığınmaya zorlamıştı. Şimdi aynı emperyalist güçleri kendi sözleri ile “Melaike” olarak değerlendiriyor. Böyle bir değerlendirmeye ancak "Allah ıslah etsin" denebilir.
 
 



[1] Bir zamanlar “postal yalayıcı” olarak tanımlanan Barzani, son günlerde âlâ ve vâlâ ile teveccüh görüyor. Suriye'ye düzenlenen saldırılar ve bunun orada yaşayan Kürtlerin geleceği üzerindeki etkileri konusunda söyledikleri basında sürmanşet olarak yansıtılıyor.
[2] Milliyet, 18 Kasım 2012
[3] Milliyet, 12 Kasım 2012